gürül gürül çağlayan şelalenin altında bir oyukta otururken onu uçuruma düşmekten korumak bahanesiyle daha da yanına sokuldum. her ne kadar gözlerinde korkunun en ufak bir belirtisini görmesem de “korkma” dedim. “ben yanındayım.”
dipsiz orman yeşili gözlerini devirip bana baktı. “korkmuyorum.” dedi. önümüzdeki eşsiz manzaraya bakarak “ne kadar güzel değil mi?” diye de devam etti.
gerçekten de öyleydi. sıra sıra ağaçların arasından aşağıya doğru uzanan kıvrımlı, çoşkulu bir nehir ve suyun kenarlarında yer yer birikmiş sapsarı yapraklar vardı. suyun hemen döküldüğü yerde küçük bir gökkuşağı bile oluşmuştu. yağmur yoktu fakat sanki hava yağmurluymuşçasına başımıza çiğ taneleri düşüp bizi ıslatıyordu. hep suyun saçlarını olduğundan daha zayıf gösterdiğini düşünüp söylenirdi. bu kez yapmadı. önümüzde o kadar güzel bir resim uzanıyordu ki ikimizde bu anın büyüsüne kapıldık ve gözlerimizi alamadan etrafı izledik. bir ara yaşanan bu anın gerçekliğinden kısa bir süre de olsa şüphe ettim.
“öyle.” diyebildim. aklıma ilk gelen şey bu olmuştu. o da aldırış etmedi.
çantasından bir kitap çıkardı ve bana uzattı. “şu kısmı okur musun?”
kitabı alıp ne ile ilgili olduğunu anlamaya çalışırken “bir adamın mektuplarıyla ilgili” dedi. “şu kısmı dikkatimi çekti.” diye devam etti ince parmaklarını sayfaların arasında gezdirirken.
onun gösterdiği sayfayı okumaya başladım.
“bana kalırsa içinde bulunduğumuz evren kusursuz bir denge üzerine kurulmuş. yanlış hatırlamıyorsam daha önce var olan her şeyin kendi içerisine bir zıtlık barındırdığından bahsetmiştim.”
sesimin çatallaştığını farkedip kısa ve sessiz bir öksürükle sesimi yeniden düzeltince devam ettim.
“ancak şimdilerde fark ediyorum ki bu bahsettiğim zıtlık aynı anda var olabiliyor. yani acı ve tatlı, güzel ve çirkin, gülmek ve ağlamak, sevmek ve nefret etmek birbirlerinin var olma nedeni olduğu gibi ayırması atomdan bile daha zor şekilde yekpare olmuş kavramlar.”
onun benden okumamı istediği satırları okurken bir yandan da ona farkettirmeden göz ucuyla onu süzüyordum. yüzünde hüzünlü ancak mağrur bir ifade vardı. gözleri neredeyse ıslaktı.
“tıpkı akşam sofraya koymak için hazırladığımız o güzel sulu, tuzlu, baharatlı, patatesli, soğanlı yemeğe daha yapım aşamasında şeker eklemek, pastaya azıcık da tuz eklemek gibi. ya da sinir krizi geçirirken gülmek, mutluluktan ağlamak, taparcasına sevdiğin halde aynı anda nefret etmek gibi. duygular birbirlerinin var olma, değerli olma halini yaratırken aslında negatifleriyle de çözülmesi imkansız bir düğüm atmış oluyorlar. işte tam da bu yüzden evrenimiz, şahane kurgulanmış bir denge içerisinde salınıyor. o yüzden biz de bu dengeye saygı duymak ve hatta hayalini kurduğumuz hayatı yaşayabilmek için aynı hassasiyetle davranmak ve dengede durmalıyız. erkekler ağlamaz, kadınlar gülmez, çocuklar gürültü yapmaz gibi küçüklükten kafamıza sokulan saçma sapan fikirler yüzünden belki daha en başından denge duygusunu kaybediyoruz.”
okumayı yarıda kesip “kim demiştin bu adam?” diye sordum. cevap vermeden eliyle devam et anlamına gelen bir işaret yaptı. bir süre onun yüzüne bakarak bana söylemek istediği bir şey olduğunu ama bu söylemek için bu karmaşık yöntemi seçtiğini düşündüm. yine de okumaya kaldığım yerden devam ettim.
“sonrası malum, hayat boyunca oradan oraya nereye düşeceği belli olmayan bir yaprak gibi savrulup duruyoruz. henüz bugün, bir restoranda tanıştığım arkadaşım burak’la oradan ayrıldıktan sonra bunları konuşarak yürüdük. açıkçası beni çok etkilediğini söylemem gerekiyor. ilk başlarda hiçbir insanın bu kadar naif olamayacağını düşündüğümden kendisine pek güvenemedim. bir film de duymuştum, bir şey iyi olamayacak kadar güzelse o şey yalandır. yine de içimden bir ses söylediği için mi bilmiyorum, gecenin bir yarısı, hiç tanımadığım bir adamla, ıssız sokaklarda yürümeye devam ettim. hatta zaman zaman onun o neredeyse insanı sinirlendiren naiflik perdesini yırtabilmek için acımasızca provakatif şeyler de söyleyerek üzerine de gittim. peygamber dostu ile tanıştığını, benim de onunla tanışmam gerektiğini, bu yüzden en kısa zamanda adıyaman’a gitmemiz gerektiğini söyledi. sanırım bu dost yüz yılda bir dünyada var oluyormuş. şanslıymışız ki bu yüzyılda türkiye’ye nasip olmuş. burak bana ne kadar günahkar olduğundan, nefsini kontrol edemediğinden, hatta bu konulara girerek kafamı şişirmek istemediğinden bahsederken ben konuyu yeniden, bilerek ve isteyerek peygamber dostuna getirdim. bana onunla tanıştığında içini gördüğünden ve bizim için büyük bir şans olduğundan ve onunla tanışmasının kendi kaderinde yazılı olduğundan bahsetti. burayı çok uzatmak istemiyorum. fakat ne gariptir ki bana uydudan görüşmeyi uygun bulmadığını, kaderleri benzeyen insanların tanrı tarafından yan yana getirildiğini, eğer o isterse yeniden birgün biryerde yan yana geleceğimizi söyleyip bana daha önceden tarif ettiği evinin tam tersi istikametinde yanımdan uzaklaştı. köşeyi dönene kadar arkasından baktım. açıkçası onunla yeniden görüşebileceğimizi sanmıyorum. biliyorsunuz, tanrı’ya inanmadığımdan değil, insanlara inanmadığım için. fakat olurda ileride birgün onu yeniden görürsem ya da tanrı onu benim yanıma bir yere oturtursa bundan size haber veririm.”
“burada yazılanların gerçek olduğunu mu düşünüyorsun?” diye sordum. aslında niyetim bu soruyu sormak bile değildi. neden bütün bunları bana okuttuğunu anlamaya çalışıyordum.
“bilmiyorum” dedi dudak bükerek. “belki de gerçektir.”
her ne kadar istediğim cevabı alamamış olsamda istemeyerek okumaya devam ettim.
“şimdilik az önce bahsettiğim denge meselesi hakkında biraz daha konuşmak istiyorum. hayatın kendisinin yaptığımız seçimlerden ibaret olduğu söylenir. bu fikre katılmakla birlikte şu noktada noksan bulduğumu söylemeliyim. yaptığımız bu seçimler az önce bahsi geçen dengeyi sağlamaktaki en baş aktör sayılabilir. yani gittiğimiz yol, bir teraziye benzeyen yaşamı bir yöne eğebiliyor. uzay-zamanın bükülmesini bilemeyeceğim ancak hayatın kendisinin bu şekilde nasıl bükülebildiğine defalarca şahit oldum. halbuki bana kalırsa mesele, başarılı olmak, zengin olmak, sağlıklı olmak, yardımsever olmak gibi insanlarca iyi bilinen şeylerde ya da tam tersi olaylarda dengede kalabilmekten ibarettir. çocukluk yıllarında annesi tarafından fazla steril ortamda büyütülen birisinin ilerleyen yıllarda mikroplara karşı düşük dirençli olması yüzünden sık sık hasta olması, başkalarının iyiliğini kendisininkinden fazla umursayan bir şahsın aynı ilgiyi göremeyince insanlara karşı güveninin sarsılması, aşırı zenginliğin insanları para hırsı yüzünden daha bencil ve diğerlerine karşı umursamaz yapması, ömrü başarılarla geçmiş birisinin bir süre sonra başkasının başarısına sevinemeyecek kadar kıskanç olması gibi sayısız örnek verilebilir. anlaşılacağı gibi evrende kusursuz bir denge var. bu hem gezegenler gibi devasa boyutlarda geçerli, hem de bizim sefil hayatlarımızda. gördüğüm kadarıyla bu dengeyi ne kadar koruyabilirsek ki bu konuda evren de bize kesinlikle yardım ediyor, o kadar mutlu oluyoruz. çünkü bazen o son kadehi içmemek, o son lokmayı yememek, o son sözü etmemek gerekiyor.”
kitabı kapattıktan sonra kısa bir sessizlik oldu. okuduklarımın ne anlama geldiğini düşündüm. yüzüne baktım. bana gülümsüyordu.
“ merak etme” dedi. “bazen okuduklarımızın, dinlediklerimizin, izlediklerimizin tek anlamı, yaşanan o anı daha güzelleştirmek olabilir. her şeyin bir amacı olduğunu düşünmek fazlaca küstah bir düşünce olmaz mıydı?”
onun ince, karakteristik sesiyle yaptığı, anlaşılması güç bu açıklaması sadece aklımdaki soru işareti sayısını ve merak duygumu arttırdı. tek yapabildiğim daha önce pek düşünmeden söylediğim ve muhtemelen onun daha söylediğim anda komik bulduğu o alakasız kelimeyi yeniden ve yine pek düşünmeden ve yine tam da onun yine komik bulacağı anda söylemek oldu.
“korkma” dedim. güldü.
“neden korkayım ki?” dedi. “sen yanımdaysan hiç bir şey beni korkutamaz.”
quapukulu